Yaşam

Kamyonlar moloz taşıyor

Son üç haftadır bu sayfalarda üst üste üç şiir kitabıyla ilgili değerlendirme ve yorumlarımı yazdım. Şimdi, bu haftaki yazımı yazmak için oturdum. Antakya Sanat Derneği ile dayanışma içinde Türk Tabipleri Birliği Edebiyat Şubesi ile birlikte gerçekleştirdiğimiz Hatay ziyaretimizin üzerinden beş altı gün geçti. Önünde oturduğum yazı masası beni huzursuz etti, canımı yaktı. Pek çok şiir kitabını elden geçirdim, kiminin tamamını, kiminin yarısını okudum, kiminin birkaç satırının altını çizdim. Sonra işte yüreğim sıkıştı, kısa da olsa bir orta verdim şiire.

Doğru, sanatın ve şiirin güzelleştirici gücü, böyle zamanlarda şiir okumanın ve şiir hakkında yazmanın değeri hakkında söylenebilir. Antakya’daki tırları görmeseydim bu fikre katılırdım herhalde. Şiir güzelleştirmese de tam tersine şiir insana yarayı gösterir, bir yara kabuk bağlamaya başlasa da şiir o kabuğu kaldırır ve yeniden kanar. Çünkü yarasıyla yüzleşebilen bir insan, yarasıyla yüzleşebilen bir birey, bir toplum olabilir ama gereksiz de olsa bir anda güzelleşen bir insan olamaz diye düşünsem bile yine de inanabilirdim. Belki…

Açıkçası şiirin yumuşatıcı gücüne olan inancım sarsıldı çünkü Antakya’ya girdiğimizde kamyonlarla karşılaştık. Bir değil, iki değil, on değil… Sayısız tır. Aklıma Cahit Külebi’nin güzel dizesi “Kamyonlar kavun taşır” geldi. Kamyonların kavun taşıdığı günlerden moloz taşıdığı günlere süpürüldük. Antakya yıkıldı, Antakya yoktu ve aksini kimse iddia edemezdi, devlet var gücüyle oradaydı. Devlet demeyelim, hükümet diyelim, iktidar diyelim. TOMA’larını üzerimize gönderenler bu kez tırlarını gönderdiler. Oradaki arkadaşlarımızla birbirimize sarılıp sarıldık. Muharrir ve doktor arkadaşım Ayşegül Tözeren basın açıklamasında, “Bergamalı Galenos’un, Koslu Hipokrat’ın bilimsel temelini attığı bu topraklarda binlerce yıldır iyi hekimlik yaptık, yapıyoruz, yapacağız.” Daha sonra Türk Tabipler Birliği’nin kurduğu çadırda sağlık hizmeti veren onlarca doktor ve yazarı, gönüllü doktoru ziyaret ettik. Yanındaki çadırda kadın sağlığı konusunda çalışan gönüllüler vardı. Elbette bunlarla sınırlı kalmadı. Antakya’nın çeşitli yerlerinde birçok hekim ve diş hekimi adayının özveriyle çalıştığı sivil inisiyatifler tarafından kurulan sağlık çadırları vardı. Sivil toplum kuruluşları, bazı siyasi partilerin gönüllüleri, dayanışma için koşarak gelen, yemek hazırlayan, su taşıyan, çocuklara eğitim veren aktivistler vardı. Ve moloz taşıyan kamyonlar. Antakyalı şair Edip Yeşil, “Antakya’nın taşını, suyunu, insanını, bugününü ve yerini alıp ona hayat verenleri asla unutmayacak. Gitmedik, buradayız” dedi. Yanımızda getirdiğimiz 3M maskelerimizle onu dinliyorduk. Asbestin kokusu var mı bilmiyorum ama havada keskin bir koku vardı. Bu şehirde kavun yoktu, moloz vardı. Yıkılan binaların enkazı hızla kamyonlara yüklenirken, savaş filmlerinden tanıdık o bombalanan şehirlerin sahnelerini andıran yıkılmayan ancak delik deşik kalan binalar yıkılmayı ve kamyonlara yüklenmeyi bekliyordu. Yine gelirdik, sık sık gelirdik, Antakya’yı kültür sanatla büyütmek için elimizden geleni yapardık. Konuştuk. Latife Tekin’in dediği gibi “Antakya küllerinden yeniden doğacak” bundan emindik. O zamanlar kamyonlar moloz taşıyordu ve asbest tozu burnumuzu yakıp ciğerlerimizi dolduruyordu, maske falan dinlemiyor. İçimdeki şiir son mısralarını o sırada söylemiş ve şöyle bitmişti: “Denemeler yine kavun taşıyor// Ama şarkı bitti içimde”.

.

HİÇBİR ŞEY OLAĞANÜSTÜ OLMADIĞINDA NORMALİYE DÖNEN İNSAN BORMALDİR

Sokaklardaki moloz azaldıkça Antakya sanırım normale dönüyordu. Öyle dediler. Elli, elli beş gün öncesine göre daha az açlık, daha az susuzluk, daha az soğuk vardı. Orada normal olanı gördüm. Normal dediğimiz şey. Pandemi döneminde hem “sanat iyileştirir” sözüne hem de “normale dönüş” sözüne aşinaydık ama ne diyebilirim ki ikisine de pek ısınamadım. Hiçbir şey normal değilken normale dönen bir insan için anormal bence. Dostlarla yeniden kucaklaştık, yine kucaklaştık ve ölülerin sayılamadığı bir yerden başlayıp ölülerin sayılamayacağı başka bir yere gerçek gitmeye başladık. Aslında hepimiz bir yere gitmeyeceğimizi biliyorduk. Çünkü “artık istasyonlar dağınık çarşılara/ Ve dağılmış çarşılara memleket/ Üzülmüyorum bile” demek istedik ama ağzımızı açmadık. Edip Cansever’in bu satırları yazmasından bu yana değişen hiçbir şey yok, hala memlekette kimse şiiri bitiremiyor. Şiirin sonunu getirebilmek için birinin çıkıp son mısrayı, “Mendilimde kan sesleri” demesi gerekir. Burada kimsenin mendili yok. Ayaklarına ayakkabı, sırtına mont ve çocuklarına verecek yiyecek bulamayanların sayısı maalesef oldukça fazla. Mendil kimin umurunda?

Ölülerin sayılamayacağı yer dedim ve aklıma geldi. Birkaç yıl önce söylenmiş olsaydı bile şu an kurduğum cümleye itiraz ederdim. Ölüler sayılmaz, derdim. Sayı değil, hayat olduklarını söyleyebilirim. Diyoruz ki, hayatını, anılarını, özlemlerini, beklentilerini, okşadıkları çocukların bakışlarını, dizlerine yattıkları anaların yüzlerindeki hüzünlü kırışıkları bir toplasanız dünyanın çatısı alçak olur, kozmosa yayıldı. Şimdi bir gecede kaç kişi ve can kaybettiğimizi merak ediyoruz. Elli bin diyorlar. Bu sayıyı dörtle, beşle, altıyla kaç kere çarpmamız gerektiğini bilmiyoruz.

İnsanları yaşatamayanların, ölmek üzere olanları kurtaramayanların, ölü sayısını gizleyenlerin, en kötüsü ölülerini sayamayanların yurdu burası. 5 Şubat’ta kaç kişiydik, kaç kişi kaldık bilmiyoruz. İçimize şiir yazmak gelmiyor, müzik söylesek de en fazla kısık sesle hüzünlü müzikler söyleyebiliyoruz. Yani iyileşemiyoruz. Hepimiz normale dönmek istiyoruz buna hiç şüphe yok. Ama neyin normal olduğunu, nasıl bir şey olduğunu artık hiçbirimiz bilmiyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu